Türkiye'nin AB serüveni tam bir oyalama ve oyalanma tarihi olarak algılanabilir. İlk tam üyelik başvurusu Turgut Özal'ın başbakanlığı döneminde yapıldı ve reddedildi. AKP hükümetinin 2004'te gündüz vakti havai fişekle kutladığı kararlar yeni yeni anlaşılıyor.
Türkiye'nin AB hedefleri Yunanistan'ın Ege sorunlarını lehine çözümleme, GKRY'nin Kıbrıs'ın tamamına sahip olma, Ermenilerin Fransa üzerinden iddialarını kabul ettirme ve AB'nin 'Kürt kartında' etkin olma hedeflerine kilitlenmiş durumda. İlişkiler tam anlamıyla yol ayrımında...
Avrupa Birliği, kuruluşunun 50. yılını kutladı. Dönem Başkanı olan Almanya, AB'nin kuruluş yıldönümü için düzenlenen törene aday ülkeleri davet etmemeyi tercih etti. Yani, başta Türkiye olmak üzere aday ülkelere, "Sizin üyeliğiniz garanti değil" mesajı vermişti.
Gerçi, Hırvatistan çok fazla üzerine alınmadı ama bu mesajın adresinin zaten Türkiye olduğu herkes tarafından da çok iyi biliniyordu. Peki neden Türkiye'ye karşı geleneksel bir destek anlayışını benimsemiş olan Almanya böyle bir tutum içine girmişti? 1999 yılında Helsinki'de verilen "tam üyelik" sözü tarih mi olmuştu? Peki bütün bunları, AB'nin son dönemdeki liderlerinin vizyonsuzluğu ile açıklamak olası mıydı? Bütün bu soruların yanıtlarını vermeden önce, Türkiye'nin Avrupa Birliği macerasının kısa bir tarihçesine göz atmakta yarar bulunuyor.
1923'ten sonra Türkiye yüzünü Batı'ya çevirdi ve İkinci Dünya Savaşı sonrasında Avrupa kıtasında hızla gelişmekte olan uluslararası örgütlenme çabaları içinde yer alma çabası içine girdi. Türkiye'nin bu çabası genellikle sonuç verdi. Her ne kadar, Soğuk Savaş koşulları, Türkiye'nin Batı kurum ve kuruluşları içinde bulunmasını politik ve stratejik açıdan zorunlu kılmış olsa da, Cumhuriyet Devrimi ile birlikte belirlenmiş olan devlet politikasının da bu yönde olması, atılan adımları kolaylaştırmıştı.
Bu çerçevede Türkiye, 1949 yılında Avrupa Konseyi'ne girdi. Bu, ikinci büyük savaşın ardından Türkiye'nin üye olduğu ilk Batılı örgüttü. İki kutuplu dünya içinde SSCB'nin Batı'ya karşı tavrını sertleştirmesi ile birlikte, Ankara bir güvenlik şemsiyesi arayışına girdi. Avrupa Konseyi bunu sağlamıyordu. Türkiye 1952 yılında ise Kuzey Atlantik İttifakı Örgütü'ne (NATO) katıldı. Kore Savaşı'na asker göndermesi, Türkiye'nin NATO'ya girişinin vizesi oldu.
ORTAKLIKİLİŞKİSİ
Türkiye, 1958 yılında Avrupa Ekonomik Topluluğu'nun (AET) kurulmasının ardından, 31 Temmuz 1959'da ortaklık başvurusunda bulundu. AET, Türkiye'ye üyelik koşulları gerçekleşinceye kadar geçerli olacak bir ortaklık anlaşması imzalanmasını önerdi. 12 Eylül 1963 tarihinde Ankara Anlaşması imzalandı. Anlaşma 1 Aralık 1964 tarihinde yürürlüğe girdi. Böylece Türkiye-AB arasında bir ortaklık ilişkisi başlatılmış oldu.
Ortaklık ilişkisinin amacı Ankara Anlaşması'nın 2. maddesinde, "Türkiye ekonomisinin hızlı kalkınmasını ve Türk halkının istihdam düzeyinin ve yaşam koşullarının yükseltilmesini sağlama gereğini göz önünde bulundurarak, taraflar arasındaki ticari ve ekonomik ilişkileri aralıksız ve dengeli olarak güçlendirmeyi özendirmektir" şeklinde ortaya kondu. Anlaşmanın 28. maddesi ise ortaklığın nihai hedefini "Türkiye'nin tam üyeliği" olarak belirledi.
Ankara Anlaşması, Türkiye'nin "tam üyelik" hedefine yönelik olarak "hazırlık dönemi", "geçiş dönemi" ve "son dönem" olmak üzere üç devreden oluşan bir entegrasyon modeli öngörmüştü. İlk dönem, anlaşmanın yürürlüğe girdiği 1 Aralık 1964 tarihinde başladı. İlk dönemin amacı, taraflar arasındaki ekonomik farklılıkları azaltmaktı. Bu dönemde, Türkiye herhangi bir yükümlülük üstlenmedi. Buna karşılık, Topluluk, 1 Ocak 1973 tarihinde yürürlüğe giren Katma Protokol çerçevesinde 1971 yılından itibaren, tek taraflı olarak, bazı petrol ve tekstil ürünleri dışında Türkiye'den ithal ettiği tüm sanayi mallarına uyguladığı gümrük vergileri ve miktar kısıtlamalarını tek taraflı olarak sıfırladı. Katma Protokol'ün yürürlüğe girmesiyle, hazırlık dönemi sona erdi ve "Geçiş Dönemi"ne ilişkin koşullar belirlendi.
Bu dönemde, taraflar arasında sanayi ürünleri, tarım ürünleri ve kişilerin serbest dolaşımının sağlanması ve Gümrük Birliği'nin tamamlanması öngörüldü. Türkiye, "Geçiş Dönemi"nde, AB'den ithal ettiği sanayi ürünlerine uyguladığı gümrüklerini 12-22 yıllık listeler dahilinde kademeli olarak azaltarak sıfırlamayı ve topluluğun Ortak Gümrük Tarifesi'ne uyum sağlamayı üstlendi. Türkiye-AB ilişkileri, 1970'li yılların başından 1980'lerin ikinci yarısına kadar, siyasi ve ekonomik nedenlerden dolayı istikrarsız bir süreçte gelişti. 12 Eylül 1980 darbesinin sonra ilişkiler resmen askıya alındı.
İlişkilerin dondurulmasının ardından, Ortaklık Konseyi ilk kez 1986 yılında toplanabildi. Bu noktada Türkiye, öngörülen sürecin tamamlanmasını beklemeden 14 Nisan 1987'de Roma Antlaşması'nın 237. maddesi, Avrupa Kömür Çelik Topluluğu Antlaşması'nın 98. maddesi ve EURATOM Antlaşması'nın 205. maddelerine dayanarak üyelik başvurusunda bulundu. Ancak, Türkiye'nin bu başvurusuna 18 Aralık 1989'da "kendi iç bütünleşmesini tamamlamadan topluluğun yeni bir üyeyi daha kabul edemeyeceği" yanıtı geldi. Bu çerçevede çalışmalar hızlandırıldı ve 6 Mart 1995 tarih ve 1/95 sayılı Ortaklık Konseyi Kararı uyarınca, 1 Ocak 1996 tarihinde Gümrük Birliği tamamlanmış oldu. Böylece Türkiye-AB Ortaklık İlişkisi'nin "Son Dönem"ine geçildi. Hedef yine tam üyelikti. Hatta Türkiye, tam üye olmadan AB ile gümrüklerini birleştiren tek ülke sıfatını da haiz oldu.
'TAMÜYELİKBEKLENTİSİ'
Ancak dönemin iktidarı konuyu iç politika malzemesi yaptı. Gümrük Birliği Anlaşması, "Avrupalı olduk" manşetleri ile Türk kamuoyuna duyuruldu. Çok iyi müzakere edilmeden imzalanan anlaşma ile Türk ekonomisi AB'nin insafına terk edildi. İşsizlik kronikleşirken, KOBİ'ler büyük darbe yedi. Gümrük Birliği'nin yarattığı sıkıntıların tam üyelik ile ortadan kalkacağı yönünde tartışmalar yapılırken, Avrupa'nın niyetinin hiç de böyle olmadığı 1997 yılının aralık ayında ortaya çıktı. 12-13 Aralık 1997 tarihlerinde Lüksemburg'da gerçekleştirilen ve ekonomik-parasal birlik ile genişleme konularının değerlendirildiği zirvede Türkiye genişlemenin dışında bırakıldı. Rumlara AB kapısı açıldı.
Bu durum Türkiye açısından tam bir hayal kırıklığı oldu. Dönemin Başbakanı Mesut Yılmaz başkanlığında Başbakanlık konutunda yapılan 9 saatlik toplantıdan Gümrük Birliği'nin devamı ancak siyasi diyalogun askıya alınması kararı çıktı. AB'de, "Türkiye, Avrupa aksından çıkıyor" paniği baş gösterdi. Öyle ki, bütün Avrupa ülkelerinden dışişleri bakanları Ankara'ya akın etti. Hepsinin ortak mesajı, Türkiye'nin AB ekseninden ayrılmamasıydı.
AB, Türkiye'nin yaşlı kıtadan uzaklaşmasını göze alamıyordu. Gerekli makamlar gerekli mesajları almıştı. 1999 yılında yapılan Helsinki Zirvesi'nde Türkiye "aday ülke" ilan edildi. Hedef yine tam üyelikti. Aday ülke ilan edilmenin bedeli Kıbrıs oldu. Gümrük Birliği ile kapıların açıldığı Rumlara, Türkiye'nin adaylığı ile birlikte AB'nin içine girme şansı verildi. Rumlar ile müzakereler başlatıldı.
2002 yılına gelindiğinde AB, aralarında Güney Kıbrıs Rum Yönetimi'nin de bulunduğu 10 aday ülke ile katılım müzakerelerinin tamamlandığını ilan etti. Türkiye ile ilgili olarak, 2004 yılı İlerleme Raporu ve tavsiyesi doğrultusunda, Kopenhag siyasi kriterlerinin yeterli ölçüde karşılandığının belirlenmesi halinde gecikmeksizin katılım müzakerelerine başlanacağı ifade edildi. Yani Türkiye yine oyalanıyordu. Halbuki, 1999'daki Helsinki Zirvesi'nin ardından Türkiye yoğun bir reform süreci başlatmıştı. AB siyasi kriterlerine uyum amacıyla çok sayıda yasa ve mevzuat düzenlemesini içeren seri uyum ve iki anayasa değişikliği paketi kabul edildi. AB Komisyonu, 6 Ekim 2004 tarihinde, Türkiye'nin Kopenhag kriterlerine uyum yönünde kaydettiği aşamaların ve mevcut eksikliklerin saptandığı İlerleme Raporu'nu açıkladı. Komisyon bu Rapor'da, önceden belirlenmiş düzenlemelerin yürürlüğe girmesi koşuluyla Türkiye'nin siyasi kriterleri yeterli düzeyde karşıladığını belitti ve katılım müzakerelerinin açılması önerisinde bulundu.
16-17 Aralık 2004 tarihinde yapılan zirvede müzakerelerin 3 Ekim 2005'te başlaması kararlaştırıldı. Ancak, bu zirve, Türkiye'nin bir anlamda AB hayalinin dayanak noktasını oluşturan "tam üyelik" beklentisini ortadan kaldırdı. Zirve kararların 12. maddesinde şöyle deniyordu:
"Uzun geçiş dönemleri, istisnalar, özel düzenlemeler ya da kalıcı koruma önlemleri; örneğin koruma önlemlerinin temelini oluşturacak daimi olarak kullanılabilecek maddeler, göz önünde bulundurulabilecektir. Komisyon, uygun gördüğü hallerde, kişilerin serbest dolaşımı, yapısal politikalar ya da tarım gibi alanlara ilişkin önerilerinde söz konusu önlemlere yer verecektir. Buna ek olarak, kişilerin serbest dolaşımını nihai olarak tesis eden karar alma süreci, üye ülkelere azami rol vermelidir. Geçiş düzenlemeleri ya da koruma önlemleri, rekabete ve Tek Pazarın işleyişine etkileri bağlamında gözden geçirilmelidir."
Yani bu ifadeler, bundan sonra Türkiye'nin diğer aday ülkelerle aynı statüde yer almayacağını, serbest dolaşım hakkı tanınmayacağını, yapısal fonlardan para alamayacağını gösteriyordu. AKP hükümeti, Türkiye'nin 44 yıllık Avrupa macerasında sürekli gündemde tuttuğu tam üyelik kavramını, bu zirve kararlarına bile "evet" diyerek yok saymıştı. Türkiye, 3 Ekim 2005 tarihinde müzakerelere başladı. Ancak bu kez de önüne Kıbrıs konusu çıkarıldı. 1999'da, "Kıbrıs sizin üyeliğiniz için kriter olmayacaktır" sözüne karşın, AB 2005 yılından sonra Kıbrıs'ı filen önkoşul durumuna getirdi.
MERKELNEDEMEKİSTEDİ?
Türkiye ile AB arasındaki ortaklık sürecinin ana hatlarını yukarıda olduğu gibi sıralarken, ilişkilerin bugüne kadar istikrarlı bir seyir izlemediği hemen göze çarpıyor. Ancak, son dönemde ilişkiler kopma noktasında. Çünkü AB, 2004 yılında verdiği mesajı artık daha yüksek sesle dile getiriyor. Kendi geleceği konusunda net bir karar verememiş olan AB, Türkiye'nin de birlik içinde olmasını istemiyor. 70 milyonluk Müslüman bir nüfus, AB'nin vizyonsuz politikacıları için önemli bir iç politika malzemesi oluşturuyor. Özellikle 11 Eylül saldırılarının ardından güç kazanan İslam karşıtlığının damgasını vurduğu sağ politikalar, Avrupalı liderler için önemli bir dayanak noktası oluşturuyor. Çünkü, iç politika kaygıları, uzun erimli stratejik yaklaşımlardan çok daha fazla ağır basıyor.
Postmodernizmin mistik yüzüne fazlasıyla meyil eden Avrupalı muhafazakar politikacılar, tamamen siyasi ve stratejik gereksinimlerle kurulmuş olan AB'yi, "temelleri Hıristiyanlığa dayanan bir örgütlenme" olarak algılama ve algılatma çabası içindeler. Vakitan'dan Papa bile AB'nin geleceği konusunda görüş bildirebiliyor. Bu durum yadırganmadığı gibi çoğu zaman destek de görüyor.
Almanya Başbakanı Angela Merkel'in, 50 yıl sonrası için çizdiği tabloda bile Türkiye'ye tam üyelik perspektifi vermemesini bu bağlamda değerlendirmek gerekiyor. Aslında, AB'nin "büyük abisi" olan Almanya'nın Başbakanı'nın "Açılım, sürekli tam üyelik diye algılanmamalı. Ama komşu ülkelere yönelik politikalar açısından AB'nin kurucu değeri olarak kalmalı. Türkiye ile gelecekteki bir üyelik için müzakereler yapıyoruz. Bu, ucu açık bir süreç" yönündeki projeksiyonu, Türkiye'nin hiçbir zaman AB'ye tam üye yapılmak istenmediğini de açık ve net biçimde gösteriyor. Gerçi, Merkel daha muhalefetteyken bile Türkiye'ye yönelik olumsuz yaklaşımlarını saklama gereği duymamıştı. Merkel'in o dönemki önerilerine göre Türkiye'ye ikinci sınıf üyelik verilmeliydi. Yani, ne Avrupa'nın içinde ne de tam dışında, ancak Avrupa'ya sıkı sıkıya bağlı, Pazar olma niteliğini koruyan ama siyasi karar mekanizmalarında bulunmayan, Avrupa'nın güvenliği için ordusunu her an harekete geçirebilecek kapasitede olan, İslam dünyası ile Hıristiyan Avrupa arasında tampon, AB'nin Orta Asya'ya yönelik politikalarında ise sıçrama tahtası olarak kullanılabilecek bir Türkiye...
Türkiye'ye ilişkin "kapı önünde dursun" yaklaşımını sadece Merkel ile açıklamak, Almanya'ya haksızlık da sayılabilir. Çünkü, Avusturya'nın çiçeği burnunda Başbakanı Alfred Gusenbauer de, ne AB'nin ne de Türkiye'nin tam üyeliğe hazır olduğunu dile getirdi. Der Spiegel'e konuşan Gusenbauer, "Bu kadar büyük ülkenin üyelik masrafı nasıl karşılanacak? Türkiye de üyelik için henüz yeterli olgunlukta değil, özellikle insan haklarında" yönündeki sözleri ise AB'nin kafasının arkasında yatan gerçekleri ve öne sürmeye niyetli oldukları gerekçeleri açıkça ortaya koyuyor.
Peki, Türkiye neden yapay müzakere süreci ile oyalanıyor? Tabii ki, AB'nin yaramaz çocukları olan Yunanistan ile Güney Kıbrıs Rum Yönetimi'nin Türkiye'den koparacakları ödünler olduğu için. Bunlara bir de Ermenilerin Fransa üzerinden yürüttüğü politikaları da eklemek gerekiyor. Tabii, "insan hakları ve demokrasi" adı altında taşeron terör örgütlerini kullanarak, Türkiye'de yumuşak karın yaratma çabalarının ortaya konulması da büyük önem taşıyor. Bütün bunların yerine getirilmesi için, yani Yunanistan'ın Ege sorununu kendi lehine çözmesi, Rumların Kıbrıs'ın tamamını ele geçirmesi, Ermenilerin sözde soykırımı tanıtması, AB'nin Kürt kartını ABD'nin elinden alması için, Türkiye'nin müzakere süreci içinde Avrupa kapısının önünde bekletilmesi gerekiyor.
Gerçi, Türkiye'nin limanlarını Kıbrıs Rum kesimine açmaması nedeniyle sekiz başlıkta müzakerelerin askıya alınması ve ek protokol uygulanmadan yani Rum gemilerinin Türk limanlarına girişi sağlanmadan hiçbir müzakere başlığının kapatılmaması kararı alındı. Ama yine de ipler koparılmadı.
Şimdi AKP diğer müzakere başlıkları için yeni bir yol haritası ile yola devam etme çabasında ama, Türkiye'nin AB ile ilişkilerinde artık ciddi bir yol ayırımında olduğu gerçeği çok daha açık ve net biçimde ortada duruyor